11 Aralık 2020 Cuma

SANATIN ANLAMI ÜZERİNE BİR ÖYKÜ

 Fotoğraf: Tarık Yurtgezer



“Çok eski devirlerde, Ejderha Kapısı mağaralarında ormanın gerçek kralı Kiri ağacı yükselirdi. Dalları gökyüzüne uzanıp yıldızlarla konuşurdu, kökleri yeraltı dünyasının gümüş ejderiyle kucaklaşırdı. Bir gün büyük bir büyücü bu ağacı sihirli bir arpa çevirdi. Ama bu öyle bir arptı ki, ancak müzisyenlerin en büyüğü onun vahşi ruhunu terbiye edebilecekti. Arp uzun süre Çin İmparatorunun hazinesinde bekledi. Kimse, tellerinden bir ezgi olsun koparamadı. Arp, sabırlı çabalara, şarkılara uymayan duyarsız ve umursamaz seslerle karşılık veriyordu. Kimseyi beğenmiyordu.

Bir gün arpistlerin prensi P’ei Vau geldi. Huysuz bir atı sakinleştirircesine arpı şefkatle okşadı ve usulca tellerine dokundu. Şarkısında doğayı ve mevsimleri, yüce dağları ve coşkun nehirleri anlattı. Böylelikle ağacın tüm anıları canlandı. Baharın ılık esintisi dallarında gezinmeye başladı. Çağlayanlar deli dolu kıpırtılarla tomurcuklara gülümsüyordu. Yazın hayalci sesleri tekrar duyuldu. Böcek sesleri, yağmurun tatlı tıpırtıları ve guguk kuşunun seslenişi. Dinleyin! Bir kaplan kükredi ve vadi ona cevap verdi. İşte sonbahar. Issız gecede, kılıç gibi keskin hilal çimenlerde pırıldıyor. Artık kış geldi, kuğu sürüleri karlı havada dönüp duruyor ve uğuldayan rüzgâr vahşi bir neşeyle dalları dövüyor. 

Ardından P’ei Vau başka bir ezgiye geçti ve aşkı anlatmaya başladı. Orman, hayallere kapılmış ateşli genç bir çoban gibi eğildi. Yukarıdan bir bulut kibirli bir bakire gibi ağır ağır ama umutsuzluk gibi kara gölgelerle geçti. Ezgi tekrar değişti. P’ei Vau savaşı, çarpışan kılıçları ve toprağı eşeleyen aygırları anlatmaya başladı. Bunun üzerine arp, Ejderha Kapısındaki fırtınayı kopardı. Ejder şimşekler saçıyordu, çığ gümbürdüyor, tepelerden iniyordu. Çin imparatoru mest olmuş bir halde P’ei Vau’ya sırrını sordu. P’ei Vau, ‘diğerleri tek başlarına şarkı söylemek istedikleri için başaramadılar. Bense arpı serbest bıraktım, kendi seçtiğini söyledi. Arp mı bendi, ben mi arptım bilemiyorum’ dedi.”


Kaynak:

OKAKURA, Kakuzo, Çay Kitabı, Çev. Ayça Ögel, Anahtar Kitaplar, İstanbul, 2001



23 Temmuz 2020 Perşembe

ANKARA YAKINLARINDA BİR ERMENİ YERLEŞİMİ "İSTANOZ"

Yazı ve Fotoğraflar: Tarık Yurtgezer


Yenikent yakınlarındaki Zir Vadisi içinde bir Ermeni yerleşimi olduğunu ve Zir adının Mars'ta bir kratere verildiğini biliyordum ama orada bir kalıntı olduğundan haberim yoktu. Geçenlerde internette burada Zir'in diğer adı olan İstanoz kazasının mezarlığına ait kalıntılar olduğunu öğrendim. Bu haber beni burayı görmek ve fotoğraflamak için Zir Vadisine gitmem konusunda teşvik etti. Ankara'ya yakın bir mesafede bulunan vadiye gittim ve kısa bir gözlemin ardından mezarlığı buldum. İnsan ne aradığını bilirse ona göre bakınıyor ve aradığını buluyor. Bunu şunun için söylüyorum: daha önce Zir'e gitmiş ama çiçek böcek fotoğrafı peşinde koştuğum için fark etmemiştim. Zaten mezarlık da fark edilmesi çok bir durumda. Çok fazla tahribe uğramış, ayakta dikili duran tek bir mezar taşı kalmamış. Bazı mezar taşları üzerinde Ermenice yazılar ve haç işaretleri var. Bazılarında bu ögeler, doğanın tahribatı nedeniyle belli belirsiz, bazıları ise muhtemelen yere yüzü koyun kapaklandığı için alt tarafta kalmış ve görünmüyor. Burada çektiğim bir kaç fotoğrafı paylaşıyorum. Bu yerleşimin tarihi ile ilgili bilgileri aşağıda verdiğim linklerde bulabilirsiniz.











6 Temmuz 2020 Pazartesi

LİKYA UYGARLIKLARI MÜZESİ

Fotoğraflar: Tarık Yurtgezer



Müze, Antalya ili Demre ilçesinde Likya’nın en büyük beş kenti arasında yer alan antik Myra’nın limanı Andriake Ören Yeri’ndedir. Müze binasının kendisi de içinde sergilenenler gibi Likya tarihinin bir parçası. M.S. 129 yılında bir “granarium” yani tahıl ambarı olarak inşa edilen, yakın tarihteyse müzeye dönüştürülen binada, farklı Likya kentlerinde yapılan araştırma ve kazılarla keşfedilmiş; her biri Likya halkının dinî inançları, ekonomik ve sosyal yaşamı hakkında ipuçları veren eserler sergileniyor. Müze’deki Myra, Patara, Xanthos, Tilos, Pınara, Olympos, Arykanda ve Antiphellos salonları, isimlerini Likya Birliği’ni oluşturan kentlerden alıyor. Müze’yi gezmeden önce giriş bölümünde gösterilen Likya Uygarlığı hakkındaki bilgilendirme filmini izlemeniz, gezinizin daha doyurucu ve bilgilendirici olmasını sağlayacaktır.





Anadolu’nun En Özgün Kültürü: Likya Uygarlığı

Medeniyetler beşiği olarak adlandırabileceğimiz Türkiye toprakları, tarihi boyunca pek çok uygarlığa ev sahipliği yapmıştır. Bunlardan biri de özgürlüklerine düşkünlükleriyle ünlenen, tarihteki ilk demokratik uygulamaların hayata geçirildiği Likya Uygarlığı’dır. Kendinden önceki ve sonraki yıllarda tarih sahnesinde yer alanlardan farklılaşan pek çok yönü olması nedeniyle Anadolu’nun en özgün kültürü olarak da nitelendirilen Likya Uygarlığı tarihte bilinen ilk federasyon yapısını kurmuş, kendine has bir sanat anlayışı ve günümüzde hâlâ tam olarak çözülememiş bir dil geliştirmiştir.
Hititlerin verdiği isimle “Lukka” yani “Işık Ülkesi” olarak kayıtlara geçen Likya toprakları, Türkiye’nin güneybatısında Fethiye ile Antalya arasında uzanan bir yarımadada yer alır. Günümüzde ziyaretçiler, sarp kayalık arazilerde kurulmuş kentlerinin izlerini keşfederken, Likyalıların neden böylesine özgürlüğüne düşkün bir halk olduklarının ayrımına mutlaka varacaklardır. Bölgede en dikkat çekici eserler Likyalıların ahşap yapılarının taklidi olan ve Likya sanatının özgünlüğünün en fazla yansıdığı eserler olarak kabul edilen kaya mezarlarıdır. Likyalılar için mezarlar o kadar önemlidir ki, mezarları koruyan yasalar çıkarmışlar hatta mezarlarla ilgili olarak “minti” adı verilen bir devlet kurumu dahi oluşturmuşlardır. Likya Uygarlığı’nın insanlığa en büyük katkısı günümüz demokratik sistemlerinin ilk örneğini hayata geçirmiş olmalarıdır. M.Ö. I. yüzyılda 23 kentin bir araya gelmesiyle oluşturulan Likya Birliği tarihteki ilk demokratik oluşum olarak kabul edilir. Bölgenin bir diğer önemi tarih sahnesinden yok olana kadar Likya halkının yalnızca burada yaşaması. Bu uygarlığın hatıralarını yaşatan “Likya Uygarlığı Antik Kentleri” de tarihsel önemleri ve özgünlükleri sayesinde UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’nde yer alıyor.


2 Temmuz 2020 Perşembe

PERSONA

Fotoğraflar: Tarık Yurtgezer


Persona, Antik çağ tragedya ve komedyalarında oyuncuların yüzlerine taktıkları maskeye verilen addır. Anadolu'nun Likya bölgesinde bulunan Myra antik kentinin tiyatrosu persona kabartmalarıyla süslenmiştir.




Dilediği kötülüğe, kurnazlığa başvursun
Zeus söyletemez bana istediğini
Bu utanç zincirlerini çözmeden önce.
Salsın üstüme kavuran alevini,
Ak kanatlı karlara boğsun Zeus;
Depremlerin yer altı gümbürtüleriyle
Affallatsın, allak bullak etsin dünyayı
Hiçbir şey söyletemez bana adını
Onu tahtından atacak olanın!

AİSKHYLOS, Zincire Vurulmuş Prometheus. Çev. Azra Erhat - Sabahattin Eyüboğlu. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2014.



18 Haziran 2020 Perşembe

ÖZDEŞLEYİM, SOYUTLAMA VE FOTOĞRAF


Yazı ve Fotoğraflar: Tarık Yurtgezer

“Her bilgi bir özne-nesne ilgisine dayanır. Bilginin suje-obje ilgisi içinde ortaya çıkması, sujenin objeyi belli bir perspektif altında kavraması onu yorumlaması demektir. Her sanat yapıtı, bir estetik obje olarak yorumlanmış varlığı ifade eder... Her sanat yapıtı, her estetik obje bir obje yorumu gösterdiğine göre, buradan her sanat yapıtının, her estetik objenin temelinde bir bilgi objesi bulunması gerektiği sonucu doğar. Çünkü sanatçı sujesi ile bu sujenin yöneldiği obje arasındaki ilgi, objenin suje tarafından görülmesi, kavranması temel akt’ına dayanır.”[i]
“Sanatçı bilgi objesini tuvale geçirir. Ama tuvalde şekillenmiş olan bilgi objesi artık bir bilgi objesi olmaktan çıkar ve bir estetik obje haline gelir.[ii]
Sanatçı,  duyusal (nesnel) gerçekliği[iii] duygusal (öznel)gerçekliğe dönüştüren kişidir. Bu dönüştürme işi bir süreçtir ve sonuçta bir ürün ortaya çıkar ki, biz ona sanat eseri deriz.
Duyusal (nesnel) gerçeklik herkes için aynı şeydir. Oysa duygusal gerçeklik kişiden kişiye değişiklik gösterir. Aynı nesnel gerçekliğe bakan herkesin duygulanımı farklı olur. Aynı şekilde bir sanat eserine bakanlar da farklı duygulanımlar yaşarlar. Bu nedenle bir sanat eseri hakkında genel-geçer, objektif bir yargı yoktur.
Bir sanat eserinin yaratılması süreci de benzer bir süreçtir. Sanatçı da duyusal (nesnel) gerçekliğe baktığında yaşadığı duygulanım sürecini somutlaştırır. Bu sürecin somutlaştırılması kendini sanat eseri olarak ortaya koyar.


Duyusal gerçekliğin duygusal gerçeklik olarak da kavranması, sanat tarihi sürecinin bilimin tarihsel sürecinden daha eskiye dayanmasının da nedenidir. Çünkü “ilkel insanda salt algı etkinliği duygusal etkinliklerle karışır. Algı, nesneleri, varlığı yalnız gerçeklikler olarak değil de, aynı zamanda sempati ve antipati objesi olarak kavrar. Böyle bir kavrayış içinde gerçeklik dünyası aynı zamanda bir duygu dünyası olur.”[iv]
İnsan nesnel gerçeklikten etkilenmekle birlikte estetik yaşantısı duygu dünyasında gerçekleşir.
İnsanlar hiç bir karşılık beklemeksizin maddi çıkardan uzak şiir yazıyor, resim yapıyor kısaca sanata yöneliyor. İnsanda sanata, güzele karşı bir dürtü var demek ki!
Biz hiç bir maddi karşılık beklemeksizin neden fotoğraf çekiyoruz? Çünkü güzel bir şeyler yapmak istiyoruz. Objektifimizi doğaya (nesnel gerçeklik) yöneltiyor ve bir kompozisyon oluşturuyoruz. Doğadan küçük bir parçayı fotoğrafmızın içine yerleştiriyoruz. Seçtiğimiz konu o konuya yaklaşım biçimimiz tamamen bizim duygulanım sürecimizle ilgili psişik bir olgu. Belki farkında değiliz ama bunu ancak iki şekilde yapabiliyoruz. Ya konuyla özdeşleyim (empati) kuruyor ya da konuyu nesnel gerçeklikten soyutluyoruz.


Konuyla bir özdeşleyim kurma, konuyu kendi içimizde hissetme, duygularımızı konuya aktararak o görüntüye katılma, konuyla bir olmadır. O konu bir kır çiçeği olabildiği gibi grev çadırındaki bir işçi de olabilir. Bu bağlamda fotoğrafçı fotoğraftaki obje ile kendini özdeşleştirir, onu kendi içinde duyar ve bu duygu ile fotoğraf çeker.
Ya da fotoğrafçı başka bir şey yapar. Nesnel gerçekliklle özdeşleyim kurarak fotoğraf çekmez de nesnel gerçeklik yerine öznel gerçekliğinin ta kendisini koyar. Bu, nesnel gerçekliği tüm ilineklerinden koparıp onun özüne ulaşma ve orada mutlak varlığı bulma isteğidir. Biz bu edime soyutlama diyoruz.
Soyutlama nesnel gerçeklikten bir uzaklaşma gibi görülse de temelinde yine nesnel gerçeklik vardır. Soyutlama nesnel gerçeklikten ne kadar az pay alırsa o derece soyuta[v] yaklaşır.
Özdeşleyimde nesnel gerçeklikle bir olma varken soyuta yönelmede nesnel gerçekliği aşma, ötesine geçme isteği vardır. Özdeşleyim nesnel gerçeklikle bir diyolog iken soyutlama bir monologdur.


Soyutlama tam olarak fenemonolojideki epoche durumudur. Yani nesnel gerçekliği paranteze alır hakkında bir yargıya varmaz. Onun özüne, mutlak’a ulaşmak ister. Bu bağlamda soyuta yönelme bir idealizmdir. Fizik dünyanın ötesine geçme isteği olduğu için metafiziktir de. Soyut sanatçının (fotoğrafçının) ulaşmak istediği şey Platon’un idea’sı, Kant’ın noumen’i, Husserl’in eidos’u dur.
Soyuta yönelme nesnel gerçeklik hakkında bir yargı vermediğinden toplumsal gerçeklikten de bir kopuş, toplumsal sorunlara bir ilgisizlik yönünde eleştirilebilir. Ama unutulmamalıdır ki, soyut sanatın da toplumsal temelleri vardır ve diğer modern sanat akımları gibi soyut sanat da burjuvazinin yerleşik sanat anlayışına bir tepki olarak doğmuştur.












[i] İsmail TUNALI, Felsefenin Işığında Modern Resim, Remzi Kitapevi, 1992, İstanbul, s.11.
[ii] A.g.y. s.12
[iii] Duyular yoluyla algılanan gerçeklik
[iv] İsmail TUNALI, Estetik, Cem Yayınevi, 1979, İstanbul, s.43.
[v] Soyut kelimesinin Osmanlı Türkçesinde kullanılan karşılığı olan mücerred, tecrit edilmiş anlamına geldiği gibi çıplak, yalın, tek, saf gibi anlamları da vardır (Bkz. Şemseddin Sami, Kâmûs-ı Türkî, 1989, İstanbul, s.1292).

7 Mayıs 2020 Perşembe

DİONİSOS - APOLLON

Fotoğraf: Tarık Yurtgezer


Dionysos, Yunan mitolojisindeki şarap ve bağ bozumu tanrısıdır. Kökeni Anadolu'dur. Nietzsche, "Tragedyanın Doğuşu" adlı eserinde, İlkçağ Yunan güzel sanatlarında ve kültüründe birbirine karşıt iki hareket tarzından söz eder. İlkinin kökeni Tanrı Apollon'a dayanır, diğeri de Dionysos'a. Apollon aklın, akılla algılamanın, ölçülü olmanın, dinginliğin simgesidir. Yaratıcılığın hangi alanında olursa olsun düzene, ölçüye dikkat edenler, belirli kuralları harfi harfine uygulayanlar Apolloniyen (Apollonvari, Apollonian)'dir. Ancak gerçek yaratıcılık, insanın kendini doğaya bir başka coşku içinde katmasıyla olur. Nietzsche, doğa olaylarının sürekli akışı, eylemde bulunan evreni bütün devinmeler, kımıldanmalar, yaratmalar içinde bitmeyen atılımlar düzeni diye anlar. Sanat böyle bir evrenin sıradan kişileri aşan yaratma olayıdır. Nietzsche'ye göre düşüncenin, sanatın, yaratmanın, şiirin ana kaynağı doğadır; bizi çevreleyen, besleyen, bir bakıma bize eylemler içince yol gösteren varlıktır. Bilmek, doğayı anlamak kişinin kendini kavramaktır. Nietzsche, bunun kökeninin şarabın, çoşkunun, doğaya karışmanın simgesi olan Dionysos 'tan aldığını söyler. Kurallara aldırmaksızın yaratmak, orijinalliği de beraberinde getirir. Yaratma sırasında vitalitenin kabarışından söz edilir.  Vitalite yaşam enerjisi demektir. Yaşam enerjisi olmayan insan yaşar ama belli kalıplar içinde yaşar. Yaşam dolu olan yani vital birey ise değişik biçimlerin çoğuna açık olabilir. Vital birey çok daha yaratıcıdır, dolayısıyla Dionisyaktır. Apollonienler akademik, Dionisyaklar ise orjinaldir.

Dionysos is the god of wine and vintage in Greek mythology. Its origin is Anatolia. In his work "The Birth of Tragedy", Nietzsche says of two opposing modes of movement in ancient Greek fine arts and culture. The first one has its origins in God Apollo, and the other is in Dionysos. Apollon is the symbol of mind, perception of the mind, being restrained, serenity. Regardless of the area of creativity, those who pay attention to order, measure, and strictly follow certain rules are Apollonian. Real creativity, however, occurs when human joins himself with nature another enthusiasm. Nietzsche takes the continuous study of natural phenomena, the universe in action as a system of breakthroughs in all motions, movements, creations. Art is such a creation event that transcends the ordinary for such a universe. According to Nietzsche, the main source of thought, art, creation and poetry is nature; It is the environment that surrounds us, nurtures us, and in a way guides us through actions. To know nature is to grasp and to understand yourself. Nietzsche says that the origin of this is Dionysos, the symbol of wine, enthusiasm and mixing with nature. Creating without the rules brings originality along with it. Speaking of vitality during creation Vitalite means life energy. It is full of life, that is, the vital person can be open to most of the different forms. The Vital person is much more creative, hence the Dionysian. Apollonians are academic and Dionysians are original.

1 Mayıs 2020 Cuma

BİR ŞİİR BİR FOTOĞRAF

Fotoğraf: Tarık Yurtgezer


Görmek, bir kum tanesinde dünyayı

Ve cenneti yabani bir çiçekte

Tutmak avucunuzda sınırsızlığı

Ve sonsuzluğu bir saatin içerisinde.

                                                                             William Blake

23 Nisan 2020 Perşembe

MİT

Fotoğraf: Tarık Yurtgezer
Ganeşa


"Esasen mit, bireyleri ve toplumları birbirine bağlayan kültürel bir yapı, dünyanın ortak bir anlayışıdır. Bu anlayış dinsel veya laik olabilir. Yeniden doğmak, cennet ve cehennem, melekler ve iblisler, kader ve hür irade, günah, Şeytan ve günahlardan arınma dini mitlerdir. Egemenlik, ulus devlet, insan hakları, hayvan hakları, eşcinsel hakları laik mitlerdir. Dinsel olsun laik olsun bütün mitler bir grup insana son derece anlamlı gelir, Herkese değil. Belli bir noktadan sonra herkese mantıklı gelemez. Sonuç olarak bunları ya kabul ederseniz ya da etmezsiniz... Mit ile mitoloji insanların kültürel ihtiyaçlarına cevap veremeyecek duruma gelince insanlar mit ve mitolojiyi bırakır. Osiris tarafından yönetilen bir öteki dünyaya inandıkları sürece Mısırlılar piramitleri inşa etmişlerdi. Ölüleri taşıyan kayıkçı Kharon'a inandıkları sürece Yunanlılar ölülerin ağzına bakır para yerleştirmişlerdi. Artık kimse Osiris ve Kharon'a inanmıyor. Artık piramitler de kalmadı, ölülerin ağızlarında para da. Onun yerine yeni inanç sistemleri tarafından peydahlanan yeni cenaze merasimleri, her biri acı veren bu kaçınılmaz durum ve ölümün giziyle başa çıkmaları konusunda insanlara yardımcı olan yeni mitlere dayanan yeni mitolojiler var.

Mantıklı olana bu kadar değer vermemize karşın hayatın aslında mantık dışı olanla yönetiliyor olması büyük bir ironidir. Aşk mantıklı değildir. Hüzün mantıklı değildir. Nefret, hırs, hiddet ve tamah mantıksızdır. Hatta ahlak kuralları, ahlak ve estetik de mantıklı değildir. Son derece öznel olan değerler ve standartlara bağlıdırlar. Bir grup insan için doğru, kutsal ve güzel olan, diğer bir grup insan için doğru, kutsal ve güzel olmak zorunda değildir. Her fikir ve her karar egemen bir mite dayanır Hatta kusursuzluk bile bir mittir. Yeryüzünde kusursuz bir dünya, kusursuz bir insan veya kusursuz bir aile olduğu ile ilgili elimizde bir kanıt yok.Kusursuzluk, ister Rama Rajya, ister Camelot'ta olsun, sadece mitolojide vardır. Gene de herkes bu kusursuzluk için yanıp tutuşur. Bu yanıp tutuşma sanata ilham verir, imparatorluklar kurar, devrimleri ateşler, liderleri harekete geçirir. Mitin gücü böyledir."

Devdutt Pattanaik, Mit ve Mitya, Çev. Çiğdem Erkal, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2016

9 Mart 2020 Pazartesi

Lİ İLKESİ

Fotoğraf: Tarık Yurtgezer


“Li, bir elmasın içindeki şekiller veya ağacın damarları anlamında bir düzeni ifade eden bir sözcüktür. Bu yüzden li, kitaba uygun hareket eden mekanik ve yasal düzenden çok farklı olan organik düzen olarak anlaşılır. Li, bizim akan suda, ağaçların ve bulutların şekillerinde, penceredeki buz kristallerinde veya sahilde dağılmış çakıl taşlarında gördüğümüz kalıplara benzer asimetrik (olan), tekrarcı ve sistematik olmayan bir düzendir. Li’ye verilen bu değer sayesinde Çin’de manzara resmi Avrupa’dan çok önce ortaya çıkmıştır. Ve bu yüzden şimdi fotoğrafçılar ve ressamlar şelaleler ve köpüklerdeki baloncuklar gibi ritimlerin tanımlanamaz güzelliğini bize göstermeye çalışıyorlar. Soyut ve nesnesiz resim bile metal moleküllerinde veya deniz kabuklarının çizgilerinde bulunan şekillere sahip. Bu güzellik gösterildiği anda hemen fark ediliyor ama neden hoşumuza gittiğini söyleyemiyoruz. Estetikçiler ve sanat eleştirmenleri güya oran ve ritim zarafetini ortaya çıkarmak için bu sanat eserlerinin üzerine Öklitçi şemalar uygulayıp bize bunu göstermeye çalışsalar da yaptıkları yalnızca kendilerini aptal yerine koymak. Baloncuklar heksagram halinde kümelendiği veya ölçülebilir yüzey gerilimleri olduğu için ilgimizi çekmez. Geometri ile ifade etme her zaman doğal formun kendisinden daha küçük bir şeye indirgenmesi, doğanın dans eden kavislerini gölgeleyen aşırı basitleştirme ve katılıktır. Galiba sert insanlar kıpır kıpır olmaktan rahatsız oluyorlar, adımlarının şemasını görmeden dans edemiyorlar ve kalçaları sallamanın ayıp bir şey olduğunu düşünüyorlar. Her şeyin hizaya girmesini, yani doğrusal düzende olmasını istiyorlar.
Ama suyu kim hizaya sokabilir? Su, yaşamın özüdür ve bu yüzden Lao-tzu’nun en sevdiği Tao imgesidir.

En büyük iyilik su gibidir
Çünkü suyun iyiliği her şeyi beslemesindendir
gayret etmeden.
Dünyada hiçbir şey sudan daha zayıf değildir
Ama üstüne yoktur katıyı yenmede.


Alan WATTS, Suyun Yolu Tao, Dharma Yayınları, İstanbul, 2001.

4 Mart 2020 Çarşamba

SİDHARTA


Fotoğraf: Tarık Yurtgezer





niyagrodhâ
koskoca bir ağaç görüyorum
ufacık bir tohumda
o ne ağaç ne tohum
om mani padme hum (üç kere)



sidharta buddha
ben bir meyvayim
ağacım âlem
ne ağaç ne meyva
ben bir denizde eriyorum
om mani padme hum (üç kere)



       Âsaf Hâlet Çelebi





24 Şubat 2020 Pazartesi

ZAMANIN MAYA'SI

Fotoğraf: Tarık Yurtgezer



Hint düşüncesine göre bu dünya, bu evren bir "Maya"dır. Yani bir yanılsamadır. Çünkü insan bu dünyaya baktığında gördükleri gerçek varlıklar değil sadece görüngülerdir. Bu düşünce Batı felsefesini yüzyıllarca meşgul etmiş olan fenomen - numen (idea) ikiliğinin temelidir. Görünenlerin bir Maya olmasının nedeni onların gelip geçici olmasıdır. Oysa kalıcı olan idealardır. Fakat biz onları göremeyiz. Göremememizin nedeni de saat, gün, ay ve yıl olarak ölçtüğümüz Zaman'dır. Çünkü, Zaman içinde var olan ve yok olan biçimlerin gerçekliğine inanırız. Maya, Brahma'dan türer, onu Vishnu yaratır, Shiva yok eder, sonra Vishnu tekrar yaratır ve yeni bir devir başlar. Evren sürekli yaratılıp yok edilir. Her seferinde evren devreder (devrilik fikri). Hint'te Zaman'ın bu çarkından kurtulmanın yollarından birisi de dünya nimetlerinden vazgeçerek çilekeş bir yaşam sürmektir.

Bu konuda Hint mitolojisinde anlatılan öyküler vardır. Mircea Eliade, İmgeler ve Simgeler kitabında şu miti aktarmaktadır:

Narada adında ünlü bir çilekeş, sayısız mahrumiyetlerinden ötürü Vishnu'nun lütfuna eriştikten sonra, Tanrı ona gözükmüş ve ona hangi arzusu olursa gerçekleşeceğini söylemiştir. Narada ona "mayanın büyüsel gücünü bana göster" demiştir. Vishnu kabul etmiş ve kendisini izlemesini işaret etmiştir. Az bir zaman sonra, ıssız ve sıcak bir yolda kendisini bulan ve susamış olan Vishnu ondan, bir kaç yüz metre ötede bulunan köye giderek kendine su getirmesini istemiştir. Narada hemen koşmuş, rastladığı ilk evin kapısını çalmışır. Ona kapıyı çok güzel bir kız açmış; çilekeş ona uzun uzun bakmış ve buraya neden geldiğini unutmuştur. Eve girmiş, kızın ebeveyni onu bir azize gösterilecek saygıyla karşılamıştır. Zaman geçmektedir. Narada sonunda kızla evlenmiş ve evliliğin zevkleri ile köylü hayatının güçlüklerini tatmıştır. Oniki yıl geçmiştir: Narada'nın artık üç çocuğu vardır ve kayınbabasının ölümünden sonra çiftliğin sahibi olmuştur. Fakat onikinci yılın sonunda tufan gibi yağmurlar bölgede taşkın ve sellere yol açmıştır. Sürüler bir gecede boğulmuş, ev çökmüştür. Bir eliyle karısını, diğer eliyle iki çocuğunu tutan, en küçük çocuğunu da sırtında taşıyan Narada, suların arasında güçlükle bir yol bulmuştur. Fakat yükü çok ağırdır. En küçük çocuk kayarak suya düşmüş, Narada diğer iki çocuğu bırakarak onu bulmaya çabalamıştır; ama artık çok geçtir, seller onu uzağa götürmüştür. O en küçüğünü ararken sular diğer iki çocuğu da yutmuş ve kısa bir süre sonra aynı şey karısının da başına gelmiştir. Narada da düşmüş, bilincini kaybetmiş, sel onu tıpkı bir tahta parçası gibi sürüklemiştir.Bir kayanın üzerine fırlatılmış olarak kendine geldiğinde, başına gelen feleketleri hatırlayarak hıçkırıklara boğulmuştur. Fakat birden tanıdık bir ses duymuştur: "çocuğum bana getireceğin su nerede? Seni yarım saatten fazladır bekliyorum!" Narada başını çevirmiş ve bakmıştır: Herşeyi tahrip eden sellerin yerinde, güneş altında parlayan ıssız tarlalar görmektedir. Tanrı ona "şimdi Maya'mın sırrını anladın mı?" diye sormuştur.
Narada tabii ki her şeyi anladığını iddia edemezdi, ama esas bir şeyi anlamıştı: Vishnu'nun kozmik Maya'sının Zaman boyunca açığa çıktığını artık biliyordu. 

5 Şubat 2020 Çarşamba

BOŞLUK


Fotoğraf: Tarık Yurtgezer



Otuz tane çubuk vardır bir araba tekerinde
Ortadaki göbekte buluşur hepsi de
Ama bak bomboştur göbeğin ortası
Ve bu sebeptendir onun işe yaraması
Boşluk bırakmalıdır ki kâseyi yoğuran
İçindeki boşluktur onu yararlı kılan
Kullanışlı kılar bir evi ve odayı
Duvardaki kapı ve pencere boşlukları
Yerine getirmek için işlevlerini
Yapıldıkları malzemeye muhtaçtır hepsi
Ama hiçlik olmasaydı içlerindeki
Bir işe yaramazdı hiç biri.

Lao-tzu, Tao Te Ching (M.Ö. 6. Yüzyıl)

18 Ocak 2020 Cumartesi

FOTOĞRAFÇI TÜRLERİ

Tarık Yurtgezer


Fotoğrafçıları sınıflandırırken, genelde çalıştıkları konuya göre isimlendirerek sınıflarız. Örneğin, fotoğrafçı doğa fotoğrafları çekiyorsa doğa fotoğrafçısı sınıfına sokarız. Aynı şekilde belgesel fotoğrafçı, sokak fotoğrafçısı, manzara fotoğrafçısı, portre fotoğrafçısı, gibi sınıflamalar hep fotoğrafçının yöneldiği konuyla ilgilidir.

Ben burada farklı bir sınıflama denemesi yapmak istiyorum. Fotoğrafçılar, fotoğrafla ilgili tutumlarına, fotoğrafa olan yaklaşımlarına bakılarak da sınıflandırılabilirler. Bu sınıflamayı yaparken sokağın köşesindeki dükkanında vesîkalık fotoğraf çeken esnafla, reklam ve düğün fotoğrafçılığı yapan meslek erbâbını dışarda bırakıyorum. Benim söz konusu ettiğim sınıflama 30 yıldır içinde bulunduğum camia ile yani Fotoğraf Sanatı Federasyonu aracılığıyla ülkenin fotoğraf gündemini belirleyen amatör fotoğraf dernekleri, ayrıca fotoğraf klüpleri, internette ve sosyal medyadaki paylaşım siteleri ve grupları ile ilgili. Şimdi bunları görelim:

AHLAKÇILAR:
Bunlara "ahlakçı" dememim nedeni, çalışmaların temeline ahlaki bir ilke yerleştirmeleridir. Bu ilke, çoğunlukla toplum yararıdır. Yaptıkları çalışmanın mutlaka topluma yararı olacak şekilde sonuçlanması başlıca düşünceleridir. Bu nedenle toplumun sosyoekonomik, etnik ve cinsiyet olarak ötekileştirilen, itilen kesimleriyle ilgilendikleri gibi yoksul insanların ve emekçilerin sorunlarını fotoğraf aracılığıyla yansıtıp kamuoyu oluşturmak, böylelikle bu sorunların çözümü yolunda bir katkı sağlamak başlıca ilkeleridir. Eğer doğa fotoğrafı çekiyorlarsa mutlaka bir çevre sorununu dile getirmeleri gerektiğine inanırlar.
"Mademki fotoğraf çekiyoruz, bu çektiğimiz fotoğraflar seslerini duyuramayan birilerinin sesi olmalı" diye düşünürler. Fotoğraf çalışmalarının temeline böyle ahlaki bir ilke yerleştirince de fotoğraf çalışmasından beklenen nihâî erek bu ilkenin hayata geçmesidir. Bu anlamda pragmatist bir anlayışa sahip olduklarını söyleyebiliriz. Aynı zamanda özgeci'dirler.

BİLGİCİLER:
Genellikle makro çiçek, kelebek ve kuş fotoğrafçıları ile bazı portre fotoğrafçıları arasında görülen bir tutumdur. Bilgicilere göre, fotoğraftaki konunun ne olduğu çok önemlidir. Fotoğrafı çekilen şey çok ender rastlanan bir tür ise değerli bir fotoğraf olarak kabul edilir. Bu nedenle bir çok durumda fotoğrafın içeriği biçmin önüne geçer. Bilgici fotoğrafçılar, çektikleri şeyin ne olduğunu latince ismine varıncaya kadar öğrenirler. 
Ünlü yazar, şair ve sanatçıların portrelerini çeken fotoğrafçıları da bu gruba dâhil edebiliriz.

BİÇİMCİLER:
Bu fotoğrafçılara göre, fotoğrafta önemli olan sanatsallıktır. Fotoğrafın neyi gösterdiği değil, o şeyi nasıl gösterdiği önemlidir.Yani, konu çok önemli değildir, o konunun ele alınışı önemlidir. Bu nedenle biçimciler, çalışma masalarının üzerinde duran bir fincanın kulpunu bile fotoğraflarlar. Modernizmin sanat anlayışını benimserler. Nesnel gerçekliği bir içgörüyle (contemplatio) kavrayıp fotoğraflarında dışa vurduklarını savlarlar. Onlara göre bir sanatsal yaratımdan beklenen de budur. Bu durumda nesnel gerçeklik, içselleştirilmiş bir nesnel gerçeklik olarak dış nesnel gerçeklikten daha farklı bir boyuta yükselmektedir. Bu içselleştirilmiş nesnel gerçekliğin dışa vurularak nesneleştirilmesi de sanat eserini meydana getirir.
İşte, biçimcilere göre fotoğrafın da, bir sanat eseri olarak böyle bir süreçten geçmesi gerekir. Bu nedenle fotoğrafın neyi gösterdiği önemli değildir. Çünkü nesnel gerçeklik, bir öznel gerçeklik olarak dışa vurulduğu vakit fotoğrafta görülenin ne olduğunun, nerede ve ne zaman çekildiğinin önemi kalmaz, ışık, renk, form, çizgi gibi ögeler birer ifade aracı olarak önem kazanır. Bu tutumun en uç haline soyut fotoğraflarda rastlarız.
Ahlakçı fotoğrafçılar nasıl ki iyiyi ve yararlıyı amaçlıyorsa, biçimciler de güzele ulaşmayı amaç edinmişlerdir.

MODACILAR:
Burada kastedilen tekstil firmalarına iş yapan moda fotoğrafçıları değildir. Modacılardan kastım, belli dönemlerde fotoğrafta trend olan konulara yönelen fotoğrafçılardır. Bakarsınız bir dönem semâzen fotoğrafları moda olur, bu fotoğrafçılar kafileler halinde Konya'ya akın ederler, bir dönem gelir buz tutmuş Çıldır gölünde havaya fırlatılmış bir sazan balığı çekmek için Doğu Ekspresine doluşup Kars'a giderler. Binlerce, belki milyonlarca kez çekilmiş ve bu nedenle klişe haline gelmiş bir fotoğrafı illaki ben de çekmeliyim diye yanıp tutuşurlar. 

TEKNİKÇİLER:
Bu fotoğrafçılar fotoğrafın teknolojisine hayrandırlar. Fotoğraf çekmekten ziyade o fotoğrafı çekmelerini sağlayan donanımı severler. Dillerinden yeni çıkan modellerin özellikleri düşmez. Adeta birer uzmandırlar. Hemen her markanın gövde ve lens özelliklerini bilirler. Sıklıkla model yenilerler ve yeni aldıkları her gödeye , lense ve aksesuara fetiş muamelesi yaparlar. Bazıları da fotoğraf işleme programlarına aşıktırlar ve çok iyi de kullanırlar. Panaroma ve HDR yapmayı çok severler. "Sekiz kareden yaptığım bir HDR" diye fotoğra not düşerken içten içe bir gurur duyduklarını da hissedersiniz. Sanki objektiflerin hiperfokal mesafesi yokmuş gibi bir manzaranın, hiç gerek yokken, beş ayrı noktasına netleme yapıp beş ayrı kare çekerek bunları photoshop'ta istifleyerek tek bir kare elde ederler. Kısacası, sonuçtan çok teknolojik sürece önem verirler. Fotoğrafları da teknolojinin sağladığından fazlasını sunmaz.

KONUŞKANLAR
Bu tür fotoğrafçılar fotoğraf üretmekten çok laf üretirler. Özellikle derneklerdeki söyleşiler ve gösterilerde herkese nasıl bilgili olduklarını göstermek için çabalarlar. Gösteri veya söyleşi yapan konuğu sıkıştırmak için teknik terimlerle süslü sorular sorarlar. Dışarıdan bakıldığında allame-i cihan dedirtecek bir görüntüleri vardır ama fotoğrafçı olarak hiç de öyle değillerdir. Bu kadar bilgiçce konuşmadan sonra beklentiniz olağanüstü fotoğraflardır ama yılda bir fotoğrafını ancak görebilirsiniz o da karma dernek sergisinde. Fotoğraf da, edilen onca lafın çok altındadır. Ayrıca ne bir kişisel sergileri vardır ne bir albümleri ne de yazdıkları bir kitap. Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz sözündeki anlamın tam tersi bir fotoğraf anlayışları vardır. Yine de mutludurlar.

YARIŞMACILAR:
Herkes fotoğrafçılığının belli dönemlerinde, özellikle de fotoğrafa başladığı yıllarda yarışmalara katılmıştır, hala katılanlar da vardır. Bu doğal bir durumdur ama bazıları ödül kazanmayı fotoğrafçılığının temel hedefi haline getirmiştir. İyi bir fotoğrafçı olmak için bol bol ödül kazanmak gerektiğine inanırlar ve bunun için bütün yarışmaları takip ederler. Hangi kuruluş, hangi tarihte, hangi konuda fotoğraf yarışması düzenliyor, bütün bunların bilgisine sahiptirler. Yarışma seçici kurullarını isim isim bilirler. Kim hangi tür fotoğraflardan hoşlanır? gibi çözümlemeler yapıp yarışmaya ona göre fotoğraflar gönderirler. Bu nedenle geniş bir konu yelpazesi içinde çalışırlar. Bazıları hedefi yüksek tutarak FIAP ünvanı almak için uluslararası yarışmalara katılırlar. Yeterli puanı tutturduklarında bu ünvana kavuşurlar. Ama genellikle ünvanı aldıktan sonra üretkenliklerinde bir gerileme olur.

Bu sınıflamaya başka başlıklar da eklenebilir ama ben bu kadarını yeterli görüyorum. Fotoğrafa böyle farklı farklı yaklaşımların olması gayet normal bir durumdur. Kim nasıl mutlu oluyorsa fotoğrafla o şekilde ilgilenebilir, bunda hiç bir sakınca yoktur. Sakınca, fotoğrafçının kendi yaklaşımının biricik doğru olduğunu sanmasındadır.