10 Aralık 2013 Salı

KAPADOKYA’NIN KAYAKÖY’Ü


SOFULAR  VADİSİ

Yazı ve Fotoğraflar: Tarık Yurtgezer

 

 Aksaray’daki Sofular Vadisinin metruk evleri, kendilerine sorulmadan, siyasetçilerin aldığı mübadele kararıyla, dillerini ve geleneklerini bilmedikleri bir ülkede yaşamak zorunda bırakılan Karamanlıların hazin öyküsünü anlatıyorlar adeta.

 
Karamanlılar Kimdir
Osmanlı Devleti sınırları dahilinde yaşayan ortodoks Rumlar İstanbul’daki Fener Rum Patrikhane’sine mensuplardı. Bunların dışında yine patrikhaneye bağlı olan ve Karamanlı denilen ortodoks hristiyan bir grup daha vardı. Bugün de bir ilimiz olan Karaman, Osmanlı Devleti zamanında Konya, Akşehir, Niğde, Aksaray, Nevşehir, Mersin, Ereğli, Ermenek, Antalya ve Fethiye sancaklarını kapsayan büyük bir vilayetti. İşte bu vilayette yaşayan ortodoks hristiyanlara Karamanlı denilmekteydi. Karamanlıların en hayret verici özelliği hiç Rumca bilmemeleri, günlük konuşma ve ibadet dillerinin Türkçe olması, Yunan harfleriyle Türkçe yazıp okumalarıydı. Hatta Yunan harfli Türkçe kitaplar, gazeteler ve dergiler yayınlamışlardı. Gelenk ve görenekleri itibarıyla müslüman Türk ahaliden bir farkları yoktu. Aile isimleri bile Türkçe idi. Aslen Kayserili olan İstanbul doğumlu ünlü Amerikalı film yönetmeni Elia Kazan (Elias Kazancıoğlu) da Karaman asıllıdır.
Şemsettin Sami Kamus-ı Türkî adlı eserinin Karamanlı maddesinde şöyle demektedir: “Alel umum Karamanlı ahalisine ve bilhassa oraların Türkçe lisanına mütekellim hristiyanlarına verilen isimdir.”[1]

 

Karamanlı ortodoks hristiyanların yerleştikleri yerler; Mersin'in Tarsus ve Anamur ilçesi ve Konya'nın Sille kasabası, Ermenek, Karaman-Madenşehri, Ereğli, Aksaray'ın Güzelyurt ilçesi, Niğde merkez ve köyleri, Bor, Kemerhisar, Ihlara, Derinkuyu, Ürgüp, Alanya ve Yozgat ve ilçeleri, Amasya, Kırıkkale,Keskin ve Kayseri idi. Zamanla başka yerlere de yayılmışlardı. Bugün Anadolu’nun bazı kentlerinde Rum mahallesi denilen yerleşimler genelde Karamanlılar’dan kalmadır.


 
Karamanlıların varlığından pek çoğumuzun haberi olmasa da geçmişte kaleme alınmış bazı metinler de onlardan söz edildiğini görürüz. Onaltıncı yüzyılda Türkiye’yi ziyaret eden Alman seyyah Hans Dernschwam (1494-1568) İstanbul’da Yedikule civarıda Caramanos denilen bir halk otuduğunu yazdıktan sonra şöyle devam eder: “Bunlar hristiyan. İbadetlerini Rumca yapıyorlar, fakat Rumca’yı anlamıyorlar. Dilleri Rumca değil, Türkçedir.”[2]
Evliya Çelebi (1611-1682) ünlü Seyahatname’sinin Antalya bahsinde “...dördü Urum keferesi mahallesidir. Ama keferesi asla Urumca bilmezler. Batıl Türk lisanı üzre kelimât ederler”, sonra yine Alanya’dan söz ederken de “...kadim eyyamdan berü Urum keferesi bir mahalledir. Cümle üç yüz haracdır. Ama asla Urum lisanı bilmeyüp batıl Türk lisanı bilürler” demektedir.[3] Evliya Çelebi’nin batıl Türk lisanından kastı, içinde Farsça ve Arapça sözcükler geçmeyen öz Türkçe’dir. Zaten karamanlılar da kendi dilleri için “yavan Türkçe”, “sade Türkçe” veya “Anadolu lisanı” demektedirler. Yine kendilerinden "Anadolu hristiyanı” veya “Anadolu Rumu” diye söz ederler.
Yeri gelmişken Rum sözcüğünün kökenine bakalım. Rum, genel anlamda Anadolu ve İstanbul’da yaşayan Helen kökenli ve Yunanca konuşan topluluk mensupları için kullanılsa da Rome yani Romalı anlamını taşır. Tarihte Bizans yani Doğu Roma topraklarında yaşayan herkes için kullanılmıştır. İlk Türk tarihi yazarlarından olan Aşık Paşazâde (1392-1481) Oğuz Türklerini dört kola ayırır. Gâziyâni Rum, Ahîyâni Rum, Abdalâni Rum ve Bacıyâni Rum. Bunlar Oğuzların Anadolu’ya (Rum diyarına, Roma toprağına) yerleşmiş ilk kollarıydı. Bu nedenle Rum sıfatını almışlardı. Rum yani Romalı Anadolu’lu demekti aynı zamanda(Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Fuad Köprülü, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1984). Mevlana Celâlettin de Horasandan gelip Konya’ya yerleştiği için Rûmî sıfatını almıştır.
 
Ondokuzuncu yüzyıla geldiğimizde Osmanlı devletinin milliyetçilik akımlarından oldukça etkilendiğini görürüz. Özellikle Balkanlardaki uluslar bağımsızlık için ayaklanmalar çıkarmaktaydı. Yunanistan, Osmalıdan bağımsızlığını kazanan ilk devlet olmuştur (1829). Ancak Yunanistan için bağımsızlığını kazanmak yeterli değildi. Kendilerini Bizans’ın mirasçısı gören Yunan milliyetçilerinin, topraklarını genişletmek, bir zamanlar kendilerinin olduğunu iddia ettikleri Anadolu’yu almak gibi bir gayeleri vardı. Ancak Anadolu’da Yunanca bilmeyip Yunan alfabesiyle Türkçe yazıp okuyan, dinleri dışında müslüman Türklerden pek farkları olmayan, geniş alana yayılmış bir ortodoks hristiyan Karamanlı toplumu vardı. Bu durumlarıyla Karamanlılar homojenliği bozuyor, “Megali İdea” için bir engel teşkil ediyorlardı. Ondokuzuncu yüzyılda bazı Yunanlı tarihçiler Karamanlıların zaman içersinde Türk toplumu içinde izole olarak dilleri kaybetmiş Yunan kökenliler olduklarını iddia ediyorlardı. Büyük Yunan Milliyetçi Ülküsüne göre bu insanların özlerine döndürülmesi gerekti. Bu amaçla 19.Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’nun çeşitli yerlerinde dini eğitim veren Yunan okulları açılmaya başlandı. Burada dini eğitimin yanıda asıl amaç Karamanlı çocuklara Yunancayı öğretmek ve onlara Helen kökenli olduklarını empoze etmekti. Bu okulların nizamnamelerinde Türkçenin konuşulmasının yasaklandığı görülmektedir. Gelveri (Güzelyurt)’deki okulda Türkçe konuşan öğrencilerin dayakla cezalandırıldıkları bilinmektedir. Bu helenleştirme çabaları çok az başarılı olmuş, bazı Karamanlılar yüksek öğrenim görmek için Atina Üniversitesine gönderilmiş ve aldıkları eğitim sonucu kendilerinin Yunan kökenli olduklarına inanmışlar, fakat Karamanlıların büyük çoğunluğu üzerinde bu politika başarılı olamamıştır.

 
Yunanlı tarihçilerin yukarıda sözü edilen iddialarının herhangi bir dayanağı yoktur. Ama Türklerin Anadolu’ya 1071’den çok önce yerleştikleri bilinen tarihsel bir gerçektir. Beşinci yüzyıldan itibaren Karadeniz’in kuzey kıyıları boyunca Balkanlara akan Türk boyları Bizans’la karşılaşmışlar, yüzyıllar süren savaş ve barış dönemlerinde Bizans’la çeşitli ilişkilere girmişlerdir. Bazı dönemler Bizans’ın safında savaşmışlar, bazı dönemler de karşısında. Bu Türk boylarından Peçenek, Uz ve Kıpçaklar’ın bir bölümünün hristiyanlaştırılarak Bizans ordusuna dahil edildiği ve bunların Arap akınlarını önlemek için Anadolu topraklarına yerleştirildiklerini tarihi belgelerden öğrenmekteyiz. Bazı batılı tarihçiler Karamanlıların, bu hristiyan türk boylarının torunları olduğunu kuvvetli bir olasılık olarak belirtmektedirler (bu konuda ayrıntılı bilgi kaynakçadaki kitaplarda bulunabilir).
Yahudi asıllı gazeteci-yazar, siyasetçi ve eğitimcilerimizden Avram Galanti (1873-1961), Anadolu’da Türkçe konuşan hristiyan ortodokslar hakkında “Yunancadan bir kelime dahi bilmezler ve Yunanlılık, Rumluk meseleleriyle ilgilenmezler”[4] diye yazmaktadır.

 
 

Birinci Dünya Savaşı sonrası Yunanlıların İzmir’e çıkmaları kıyı bölgelerinde ve İstanbul’da yaşayan Rumlar tarafından sevinçle karşılanırken Karamanlılar kurtuluş Savaşına destek vermişlerdir. Fener RumPatrihane’sinin Pan-Helenik tutumundan rahatsız olan Papa Eftim isimli din adamı Ankara Hükümetinin izniyle Kayseri’de Bağımsız Türk Ortodoks Kilisesini kurmuş ve ilk patriği olmuştur.[5] Milli mücadele sırasında Papa Eftim Karamanlı ortodokslar arasında dolaşarak onlara milli mücadeleye destek vermeleri yönünde propoganda yapmıştır. Ayrıca bağımsızlık mücadelesine destek için Keskin civarından 500 kişilik bir Karamanlı taburu toplamıştır. Bu çabaları nedeniyle Büyük Millet Meclisi tarfından İstiklal Madalyası ile onurlandırılmıştır.

 
Tüm bunlara karşın Lozan (Lausanne) Konferansı sonunda imzalanan anlaşma ile Türkiye ve Yunanistan arasında nüfus mübadelesine karar verilmiştir. Batı Trakya müslümanlarıyla İstanbul Rumları mübadele dışında bırakılmış ve kalan tüm müslüman ve hristiyan ortodoks ahali rızaları alınmadan karşılıklı olarak ülke değiştirmişlerdir. Kıyı bölgelerde yaşayan Yunan asıllı Rumlar zaten Türk ordusu İzmir’e yaklaştığında ülkeyi terk etmişlerdi. Mübadelede iç bölgelerdeki hristiyan ortodokslar Yunanistan’a gönderildi ve ne yazık ki bunların büyük çoğunluğunu Karamanlılar oluşturmaktaydı. Yunanistan’a gönderilen Karamanlılar diline ve geleneklerine çok yabancı oldukları bu ülkeye uyum sağlamakta büyük güçlük çektiler. Hele birinci kuşaklar hiç alışamadıklarını ve geri dönmek istediklerini bildirmişlerdir. Fanatik Yunanlılar tarafından “Turkosporoi (Türk tohumu)” diye adlandırılmışlardır.
Karamanlılara karşılık Yunanlılar Türkiye’ye Yunanca konuşan Giritli müslümanlarla Yanyalı Arnavutları göndermişlerdir. Bu durum bir Türk-Yunan mübadelesinden çok bir müslüman-hristiyan ortodoks mübadelesi olduğunu göstermektedir.

Günmüze ulaşan Karamanlıca kitaplar çoğunlukla 19.Yüzyıda basılmış kitaplardır. Daha önceki devirlere ait el yazmalarına çok nadir olarak raslanmaktadır. Karamanlılar kitapların yanı sıra dergiler ve gazeteler de çıkarmışlardır. Bu gazetelerden en bilineni İstanbul’da yayınlanan “Anatoli” gazetesidir. Bu gazetenin yazarlarından İoannis Kalfaoğlu’nun Yunan harfleriyle Türkçe olarak kaleme aldığı “Mikra Asia Kıtasının Tarihiye Coğrafyası” adlı kitap latin harflerine çevrilerek ve sadeleştirilerek 2013’ün Şubat ayında Albatros Kitap tarafından yayınlanmıştır. Bu kitabı transkrip ederek yayına hazırlayan Özge Özgür kitaba yazdığı giriş yazısında Vala Nuraettin’nin bir anısını aktarmaktadır. Vala Nurettin (Va-Nu) 1931 yılında Atina’ya yaptığı bir seyahat sırasında Karamanlılarla da karşılaşmıştır. Vala olayı şu şekilde anlatmaktadır:
“Atina’da Türkçe konuşarak gidiyorduk peşimize yaşlı, kamil, aciz kılıklı kadınlar takıldı.
     -Bu gavurlarla idemiyoh...Bir deyin Kemal’e alıverse bizi içeri gayrık...
temennisinde bulundular. Gavur dedikleri kendi dindaşları ve yeni millettaşları Atinalılar’dı.”
Bu temenniler ne yazık ki karşılık bulmamıştır. Hamdullah Suphi Atatürk’ün mübadeleden büyük bir pişmanlı duyduğunun Celal Bayar tarfından kendisine aktarıldığını yazar.[6] Yeni bir devletin ve toplumun inşa edildiği Cumhuriyetin ilk yıllarında Karamanlılar konusuna ilgisiz kalınması doğal karşılanabilir. Ancak ilerki yıllarda da konuya hem siyaset hem de akademik çevrelerde soğukluk devam etmiş, hele ki seksenli yıllarda topluma empoze edilmeye çalışılan Türk-İslam Sentezi düşüncesi nedeniyle büsbütün unutulmuştur. Doksanlı yıllardan sonra konuya çok az akademisyen ilgi göstermiştir. Karamanlıların üçüncü kuşaktan sonra Türkçeyi unuttukları ifade edilmektedir.
Aksaray’ın Gülağaç ilçesi sınırları içindeki Sofular Beldesinin hemen arkasında bulunan ve beldeyle aynı adı taşıyan vadi de büyük olasılıkla bir Karamanlı yerleşimiydi. Olasılıktan söz ediyorum çünkü burası üzerinde yapılmış bilimsel bir araştırma yok. Ama olasılığın büyük olduğunu söylüyorum çünkü yerleşim Güzelyurt ile Derinkuyu arasında. Kapadokya bölgesi zamanında yoğun bir Karamanlı nüfusa sahipti.


Sofularda iki tarfı kayalık bir vadi 1,5 kilometre boyunca uzanıyor ve vadi boyunca kayalarla bütünleşmiş taş evler hüzünlü bir sessilik içinde size bakıyorlar. Tarihinin çok eskilere gittiği kayalara oyulmuş 13 kilise ve 5 yeraltı şehrinin varlığından belli oluyor. Taş evler nispeten daha yeni ve 1924 yılında boşaltıldıktan sonra müslüman ahalinin yerleştiği, camiye çevrilmiş bulunan ve kemerli yapısıyle dikkati çeken kilisenin varlığından anlaşılıyor. Bu dönemde yeni bir kaç bina daha ilave edilmiş bulunuyor. Çok fotoğrafik bir mekan olan Sofular Vadisine Kültür ve Turizm Bakanlığı pek sahip çıkmıyor. Vadideki yapılar zaman zaman definecilerin tahribine uğruyor. Bazı şahıslar kayaları ve bazı evlerin duvarlarını “bize her yer Trabzon” gibi yazılar yazarak ve üç hilaller çizerek kirletmiş durumdalar.

 

Fotoğraf camiamızın hakkında pek bilgi sahibi olmadığı bu mekanın tanıtılması ve korunmasına katkının yine fotoğraflarımız aracılığıyla olacağını düşünüyorum. Bu fotoğrafları o amaçla çektim. Ayrıca konuya tarihsel bir açıdan baktım. Çünkü Karamanlılardan kalanların izini hem Anadolu’da hem de Yunanistan’da sürmek büyük bir fotoğraf projesi olabilir.




[1] Şemsettin Sami, Kamus-ı Türkî, s.1027.


[2] Dernschwam, Hans, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, s.78.


[3] İbar, Gazenfer, Anadolulu Hemşerilerimiz, s.108.


[4] İbar, agy., s.120.


[5] Papa Eftim: Asıl adı Pavli Karahisarlıoğlu’dur. 1884 yılında Yozgat’ın Akdağmadeni kasabasında doğmuştur. Ankara’da baba mesleği olan manifaturacılık yaparken bir yandan da dini eğitim almıştır. 1915 yılında memleketi Akdağmadeni’ne papaz olarak atanmış daha sonra Keskin metropoliti olmuştur. Bu görevi sırasında milli mücadele başlamış ve 1921 yılnda Büyük Millet Meclisine sunduğu dilekçe ile bir Ortodoks Türk Patrikliği kurmak için izin almıştır. Aynı yıl Kayseri’de kurulan patrikhane, mübadeleyle Karamanlı ahalinin Yunanistan’a gönderilmesinin ardından cemaatsiz kalmış ve İstanbul’a taşınmıştır. Şu an 350 civarında bir cemaati vardır. Mübadeleden Eftim ve ailesi muaf tutulmuştur. Papa Eftim’in 1963 yılında ölümünden sonra sırasıyla oğulları Turgut ve Selçuk Erenerol patrklik görveni sürdürmüşlerdir. 2002 yılından bu yana da Selçuk Erenerol’un oğlu Paşa Erenerol IV.Patrik olarak görevine devam etmektedir. Papa Eftim’in torunu ve Türk Ortodoks Patrikhanesinin basın sözcüsü olan Sevgi Erenerol ise şu an Ergenekon davasından hüküm giymiş bulunmaktadır.


[6] İbar, agy. S.176.
KAYNAKÇA:

-ANZERLİOĞLU, Yonca, Karamanlı Ortodoks Türkler, Phoenix Yayıevi, Ankara, 2003.

-DERNSCHWAM, Hans, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Çeviren: Yaşar Önen, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1987.

-EKİNCİKLİ, Mustafa, Türk Ortodoksları, Siyasal Kitapevi, Ankara, 1998.

-HALİKARNAS BALIKÇISI, Merhaba Anadolu, Bilgi Yayıevi, Ankara, 1980.

-İBAR,Gazanfer, Anadolulu Hemşerilerimiz; Karamanlılar ve Yunan Harfli Türkçe, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009.

-İoannis Kalfaoğlu, Küçük Asya Kıtasının Tarihi Coğrafyası, Yayına Hazırlayan: Özge Özgür, Albatros Kitap, İstanbul, 2013.

-ÖZGÜR, Ramazan, Güzelyurt (Gelveri), Ankara, 2010.

-ŞEMSETTİN SAMİ, Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1989.

 

 

20 Kasım 2013 Çarşamba

KÜÇÜK BİR BATI KARADENİZ GEZİSİ


Yazı: Tarık Yurtgezer

Fotoğraflar: Nilgün Yurtgezer      
                       Doğa Yurtgezer
                       Tarık Yurtgezer


Kurban Bayramı tatilini fırsat bilip üç gün ailecek Bartın civarına kaçtık.  Yanımızda iki DSLR ve bir adet de gelişmiş kompak makine vardı. Bartın denilince hemen akla Amasra ve Çakraz gelir ama biz Bartın’ın pek bilinmeyen bir mekanında konakladık.  

 
 Sabah çıktğımız yolculukta öğlene doğru Bartın’a ulaştık ve hemen Güzelcehisar yönüne doğru devam ettik. Güzelcehisar’a varmadan önce İnkumu’nda küçük bir mola verip fotoğraflar çektik.




Daha sonra Güzelcehisar’ın tek konaklama tesisi olan Hisar pansiyona vardık. Pansiyon sahibemiz Saniye hanımın pişirdiği barbunları yiyip çayımızı içtik ve biraz dinlendik. Güzelcehisar Bartın merkeze bağlı ve denizden yüksekte bir köy. Hemen aşağısında güzel bir kumsalı var. Kumsalın iki tarafı kayalıklarla sınırlanmış. Sağ taraftaki kayalıkta bitki örtüsü arasında dikkatli bakılınca farkedilen, köyün adını aldığı bir Ceneviz kalesi var. Kumsalın sol tarfında ise dağlardan dümdüz inen ve denize saplanan, beni de fotoğrafik olarak çok cezbeden bazalt sütunlar mevcut.



 
Dinlenmenin ardından fotoğraf çekmek için kumsala indik. Ben doğruca bazalt sütunlara yönelirken Nilgün ve Doğa kumlarda fotoğraf aradılar. Onlar batmakta olan güneşle oynarken ben de Günbatımını ve sonrasını fotoğrafladım. Akşam yemeğinden sonra odamıza çekildik ve uyuduk.


 


 
 



 

Ertesi sabah kahvaltı sonrası arabamıza atlayıp doğruca Amasra’ya gittik. Kaleiçinde ve limanda fotoğraflar çektik.



 





Öğene kadar vakit geçirdiğimiz Amasra’dan sonraki durağımız Çakraz’dı. Ancak Çakraz’ı o eski sevimli köy olmaktan çıkmıştı. Burada fazla oyalanmadan yolumuza devam edip Kurucaşile’nin bir köyü olan Tekkeönü’ne ulaştık. Tekne yapım atölyeleriyle ünlü olan bu şirin köyde bayram olaması nedeniyle atölyelerin hepsi kapalıydı. Biz de küçük limanında fotoğraflar çektik. Ben özellikle mendireğin dışındaki devasa kumtaşı kütlenin fotoğraflarını çekmek için bir hayli oyalandım. Daha sonra yolumuza devam edip kıyı boyunca manzaranın keyfini çıkararak Cide’ye kadar gittik. Artık akşam oluyordu. Biz de dönüşe geçtik. Dönerken Gidereos’a uğradık. Daha önce bir kaç kez geldiğim ve çok sevdiğim bu koyda bir kaç kare fotoğraf çektiysek de çevreye saçılmış çöplerin fazlalalığından dolayı pek keyif almadık. Zaten gün boyu gezdiğimiz cennet gibi mekanların bir çöplük görünümünde olmasından çok rahatsız olmuştuk. İşin daha vahim yanı yerel halkın bunu bir sorun olarak görmemesi, bunu kanıksamış olmalarıydı.






 
 
Akşam yemeğimizi Amasra’da yedik. Amasra’da tabiki balık yenir ve balığı da mundar etmek olmaz. Sonra tekrar Güzelcehisar’a döndük ve yattık.

Ertesi sabah kahvaltı sonrası pansiyonumuza veda edip Safranbolu’ya doğru yola çıktık. Bartın Safranbolu arasını güzel manzaralar eşliğinde katettik. Bir ara yolun her iki tarfındaki çınar ağaçlarını fotoğraflamak için durduk.


 

Öğlene doğru vardığımız Safranbolu’da ilk işimiz Hıdırlık tepesine çıkıp kenti yukarıdan fotoğraflamak oldu. Daha sonra çarşı içinde dolaşarak fotoğraflar çektik. Cinci Han’ın avlusunda bir yorgunluk çayı içtik. Avlunun üzerine gölge yapması için gerilen brandanın fotoğrafik duruşu bizi yine cezbetti ve onu da fotoğrafladık.








Gün akşama yaklaşıyordu ve yola çıkma zamanı gelmişti. Rahat bir yolculuğun sonunda Ankara’ya ulaştık. Üç günlük seyahatimizde bedenen yorulmuş ama bol bol fotoğraf çekerek ve doğayı içimizde duyarak terapi yapmıştık. Yani çok dinlenmiştik.